14 Kasım 2011 Pazartesi

Deneme # 7 ... Refik Mert Erdumlu / 2007


ASKER OLDUM

Ne garip gidiyordu oysaki zaten hayat… Askerlik bir değişiklik yaratabilecek miydi tabii gidişatımızda… Yaş da geçiyordu bir yandan… Yeni bir tecrübe, yeni bir heyecandı askerlik her genç gibi bizim için de... Kısa dönemdi kaderimiz ve sevinmiştik her kısa zamanda bu görevi yerine getirip vatani görevini tamamlamış olan diğer insanlar gibi... Beklemiyorduk aslında çok fazla bir tecrübe, velâkin unuttuğumuz 100lerce çeşit insanın bir arada oluşuydu…

Evet ben artık asker olmuştum ve dünya bir farklı dönecekti benim için kısa bir süre. 

Deneme # 6 ... Refik Mert Erdumlu / ÇOK GARİPTİ TÜM DÜNYA / 18.06.2007


ÇOK GARİPTİ TÜM DÜNYA / 18.06.2007

Bir dünya vardı etrafımda dönen ya da etrafında beni döndüren… Hala anlamış değildim ya da anlamayı o kadar da çok düşünmek istemiyordum… Bir dünya mı vardı, yoksa binlercesi birinin içine girmiş koca bir dünya mı? Tüm dünyayla uğraşmak mümkün müydü? Ya da çok mu garipti tüm dünya?

Tüm dünya neydi acaba bana göre? Tanıdığım tüm insanlar mıydı tüm dünya, yoksa gördüğüm tüm mecralar mıydı? Ya da edindiğim tüm tecrübelerim miydi benim için tüm dünya? Yoksa çok mu garipti tüm dünya?

Çetrefilli geçmiş koca bir mazinin ardından umudun incecik ışıltılarıyla aralanmış dar koridorlardan geçip koca bir genişliğe açılmak isteyen bir gelecek miydi tüm dünya? Tüm dünya neydi acaba tüm insanlar için? Hitler için, Napolyon için, Firavun için, Mussolini için ya da diğerleri için? Neydi ki, tüm dünyayı çevrelerinde döndürmek daha tatlı geldi bu insanlar için, içinde dönmektense…

Tüm dünya bir çocuk muydu? Yoksa büyüyecek miydi? Büyümeli miydi? Ya da yaşlanmış mıydı acaba artık tüm dünya? İstemiyor muydu acaba artık etrafımızda dönmek ya da bizi etrafında döndürmek? İnsanlar gibi o da mı yorulmuştu yoksa çok mu garipleşmişti artık tüm dünya?

Evet, artık çok garipti tüm dünya…

Deneme # 5 ... Refik Mert Erdumlu / 2007


KORKMUYORDUM

Çok vazgeçmeyi denedim ama o kadar cesaretim olmadığını anlıyordum her seferinde...İsyanımı, öfkemi bastıramıyordum ama olaylar hergün üzerine bir yenisi eklenerek devam ediyordu. Ben hamle yaptıkça, ben atlattıkça bir yenisi, bir daha geliyordu, takmıştı hayat kafaya, bu roundda nakavt edecekti beni... Ama ben hiç yılmıyordum, hiç vazgeçmiyordum, hem vazgeçecek ne vardı ki...Ben seviyordum, onlar kaçıyorlardı, ben kızıyordum onlar yine kaçıyorlardı, ben aşık oluyordum onlar kaçmaya çalışıyorlardı, ben isyan ediyordum onlar yine kaçıyorlardı... Sonra anladım... Ben ne yaparsam yapim, onlar beni “bir” bırakacaklardı...Ben “bir” olmaktan korkmuyordum oysa ki, bir başıma daha güçlü oluyordum, daha çok çalışıyordum, daha çok seviyordum...Anlayamamak yıkıyordu beni en çok...Çok sevsem de, çok kızsam da, aşkımdan haykırsam da, derdimden yakarsam da, ben “bir” bırakılmaya mahkumdum... Çünkü... Ben korkmuyordum...

Çok engeller atlatmıştım, ancak hedeflerime yeterince ulaşamıyordum...Ne istediğimi biliyordum; en başarılı olmak, en güçlü olmak, uzak kavramlar değildi bana...Ancak, önümdeki engeller, çöldeki serap misali birden beliriveren dost görünümlü düşmanlarla sürekli artıyordu. Mücadele dosdoğru olmazdı zaten...Ama ne kadar esnek mücadele edeceğimiz de hiçbir zaman bize öğretilmemiş, gösterilmemişti...Esnek olmayı öğreniyorduk hayattan...Ama kahpelikler, esneklik sınırı tanımıyordu hayatta...Kırılmaktan da korkmuyordum artık...

Ağlamayı öğretti hayat daha erken yaşlarda...Sonraları ağlamaktan da korkmuyordum...

Sevmeyi öğrendim bir zamanlar...Sonra hayat onu da öğretti bana; sevmekten de korkmuyordum...

O kadar korkusuzdum ki; hayat tek zayıf tarafımı buldu ve korkuttu beni...İşte o zamandan beri korkuyorum...                                             

Deneme # 4 ... Refik Mert Erdumlu / 18.06.2007


Seviyorum ama kimi?

En tatlısını, en iyisini...

Herkes nedense en iyisini istiyor, en mükemmelini arıyor, bulamayınca da, ya da eldeki malzemenin yetersiz olduğunu farkedince de küplere biniyor...

Dün sevgilimle tartıştık...Sanırım artık yapamayacağız...Abi benim karı çok asabi bu günlerde, ne istiyor anlamıyorum...Aytennn, ühhüüüü...Ben, benn...Artık dayanamıyorummmm....Ühhhüüüüü...

Bu tablolar tanıdık geliyor, di mi ?

Gelir, gelirrr....

Çünkü çoğumuzun farkında olamadığı bir gerçekten, bi’haber şekilde yaşıyoruz hepimiz...Hayat bir maksimizasyon oyunu değil, bir optimizasyon oyunudur. En çok parası olup da mutlu olamayan adamları hiç fark etmediniz mi etrafınızda? Ya da en çok erkek arkadaş değiştiren kız, en mutlu olanınız mıydı? Ya da en çok kızla yatmış olan erkek, etrafına sürekli mutluluk ışıltıları mı saçıyordu???

Peki en iyi futbolculara sahip Real Madrid neden maç kaybediyor? Türkiye’de Alex’li, Tuncay’lı, Anelka’lı Fener neden puan kaybeder ki?

Sakıp Sabancı neden hiç gözyaşı dökmedim diyemeden öldü ki?

Nobel ödülü alan bir ilim adamı acaba o kadar da mutlu mu?

Ya da bir Oscar ödülü bir insanın hayatını ne denli mükemmel yapabilir???

Tüm bu sorular gibi sizlere binlerce soru sorabilirim...

Bana hep ukala insan dendi, hep kendini beğenmiş biri olarak geldim yakınımdaki insanlara...Aslında ben kendim dahil, hiçbir şeyi beğenmeyen bir insandım...Kimse farkedemedi...

Sadece hiçbir masalın ehemmiyeti yoktu benim için ve ben düşünerek bulabildiğim ve yaşayarak tecrübe edebildiğim sürece varolduğumu farkeden  bir hiçtim...

Bir hiçtim ama, başarılı bir hiçtim...Birçok kişinin istediği birçok şeye sahip olan bir hiç...Olmayacak başarıları olan, farkedilmeyi beklemeyen bir hiç...Ama sanırım sizden daha mutluyum...

Ben mühendislik okudum...Ve 4 sene bittikten sonra, çok saygıdeğer bir hocamın yazısıydı bana en büyük şeyi öğreten...”Buradan mezun oldunuz...Çok iyi bir mühendislik eğitimi aldınız...Ancak şunu bilmelisiniz ki, bunu normal hayata uygularken en çok kullanacağınız formül optimizasyondur. Mutluluk bir optimizasyon oyunudur...” Bu yazıyı okuyana kadar çok da dikkate değer görmediğim çok sayın hocam, mezun olurken, suratıma büyük bir şamar atarak, farkedemediğin öğrendiğin şey işte buydu dedi...Ölene kadar hep hatırlayacağım ve saygıyla anacağım...

Şans oyunlarında da durum benzer bir şekilde ilerler...Kazancı maksimize ettikçe, şansınızı minimize eder durursunuz...Farkındasınızdır siz gerçi...Bilerek yaptığınız şeyler hepsi ne de olsa...

Sezen Aksu ablamız, çok büyük şaheserler meydana getirmiştir...Aslında sorsak ya, çok mutlu olmalısınız, peki cidden öyle misiniz diye...

Optimize ettiği zamanlar muhakkak aslında...Tıpkı hepimiz gibi...

Bazen insan düşünüyor ister istemez...Acaba dünyam küçük bir vadiden ibaret olsaydı, tepeye de bir güneş çizdiğimiz gibi doğsaydı, dağların eteklerinden akan ırmak bizi çok mu mutlu ederdi diye...Acaba teknoloji bizi birbirimize yakınlaştırmak yerine, çok mu uzaklaştırıyor. Çünkü uzaktayken sürekli irtibat halinde oluyomuşuz gibi oluyor, halbuki hep bişeylerin tuşları değil mi dokunduğumuz şeyler...Sen sen değilsin, ben de ben...Mimik yok ortada bi kere...Telefon’da var ama di mi? Sesini duyar gibi oldum da J Evet, var varrr... Hoşgör beni teknolojik arkadaşım...

Aşkta optimizasyon olur mu? En zor olanı bu aslında...Aşık olurken insan kendini frenleyemez ki...En çok duyguyu tatmak ister...İnsanın en aç gözlü olduğu noktadır belki de...Bir de para konusunda kimi insanlar hep daha fazlasını ister...”Ask for more”... O başka birşey için söylenmişti ama, ülkemizde para için kullanırsak pek de yersiz olmaz ;)

Bu oyunun içerisinde hep farklı rollerde buluruz kendimizi...Kimi zaman en başarılı karneyi getirmeye çalışan öğrenci olarak, kimi zaman en güzel kızla birlikte olmak için can atan bir testesteron küpü olarak, kimi zaman en iyi okula girmeye çalışan bir yarış atı olarak, kimi zaman, kimi zaman...Aslında hepsi boş, hepsi yersiz kurmacalar...Hayatın yersiz kurmacaları...Birileri tepede birşeyleri daha rahat halletsinler diye, uyutulan bir gençlikten başka bir şeyimiz yok aslında, bir “en” olarak...Madem en’lerle başarı geliyor, hangi siyasi liderimiz “en” nedir? Bunlar tartışılan konular gerçi, biz çerçevemize geri dönelim...

Sakinliği, dinginliği unuttuk di mi hepimiz??? Ne için ? Bunun bile yanıtını tam olarak veremiyoruz di mi? Ne için olduğunu bilmediğimiz bir hiç için J

Deneme # 3 ... Refik Mert Erdumlu / 11.12.2007


Deneme # 2 ... Refik Mert Erdumlu / 23.012006


Deneme…

Yok yavrucum sakın yapma...Amca ne der sonra, bak kızım uslu uslu otur orda, sesin çıkmasın...Sssss...

Yaramazlık yaparsan sana çikolata yok...

Bak ne uslu çocuk, akıllı uslu oturuyor...

Bütün bunlar gibi nice cümlelerle büyüdük di mi hepimiz? Akıllı olmak sükut içinde bulunmaktan ileri geliyordu hep, sükutun değerini çok da bilmeyen büyüklerimize göre...Televizyonlarda, radyolarda konuşuyorlardı sürekli, ama bizim susmamız istenmişti...Oralarda gördüğümüz, güzel konuşan büyüklerimize imrenerek ama susmayı bilerek bakardık...

Tek suskunluğumuz bu yaşlarda olmayacaktı oysa ki...

Olm, sus bakim konuyu anladın mı? Pşşt, sen arkadaki, yanına getirtme beni...Sen bu konu hakkında yorum yapmak için çok küçüksün evladım...2 elma ile 2 armutu topladım kaç etti? Neden susuyorsun olmmm?

Evet... Konuşmamız sadece 2 elma ve 2 armutun toplamının manasızlığını dile getirmemiz istendiğinde, belki de sadece istendiğinde konuşmamız gerektiğinde oluyordu...

Üniversite...

Şimdi bu formülün kullanarak, elde edilebilecek diğer kuvvetlerden doğan momentumları kim hesaplayabilir? Eveeet, bir binada yangın anında alınacak muhtemel tedbirler nelerdir? Uzayda hayal ettiğimiz bir cismin, x ve y eksenlerine paralel gelecek şekilde, z ekseni üzerinde şuraya yerleştirdiğimiz vakit, etrafında yer alan  A ve B kütlelerine uyguladığı, kütle çekim kuvvetini hesap edelim...Söyleyecek olan var mı???

Evet, üniversite özgürce fikirlerimizi beyan edebileceğimiz yerdi...Çok heyecanla bekledik, bekledik çünkü konuşabilecektik artık...Keşke sorulan sorular, konuşmaya değer olsaydı...


Sonra askerlik...

- Askerrrrr!!!

- Emredin komutanım...

- Hizayaaaa  geeeççççç....

- Emredersiniz komutanım...

- İsmin ne senin???

- Ahmet, komutanımmm...

- Daha gür bir sesle söyleeeee!!!

-          Emredersiniz komutanımm...

Evet...Susmanın aksine burada bizlerden konuşmamız, hem de daha gür bir sesle konuşmamız istenecek...Ama “emredersiniz komutanım” kalıbının yanına ekleyecek fazla kelime bulamayacağımızın bilincinde olarak konuşacağız...


İş hayatı...

Evet, arkadaşlar...Toplantımıza başlamadan önce, şirketimizin önümüzdeki dönemde geçireceği mali reformlar neticesinde, Avrupa ve Orta Doğu’daki Pazar paylarımızda gözlemlenecek olan olası gelişmelerin, İMKB’ye nasıl yansıyacağına geçmeden önce, değerli yönetim kurulu başkanımız xx Bey’e söz vermek istiyorum...

Söz hep aynı kişilere verilir...Ama senin de çok etkin bir şekilde kendini göstermen çok önemlidir...

Çok afedersiniz efendim, bu konuyla ilgili şöyle bir düşüncem var, izninizle paylaşmak istiyorum” demeniz en olası durumdur...

En muhtemel cevapsa,

Bir saniye Oktay Bey, bu konuya dönmeden önce, şu şu konular hakkında da söyleyeceklerimi söyleyim, sonra ben çıkim siz devam edersiniz...



Konuşmak, konuşmak, konuşmak...

Konuşuruz aslında hepimiz...İmkan verilse neler söylemeyiz ki...AB’den bahsederiz, kuş gribi bile deriz, Kürt sorunu deriz, ülke şöyle fena yönetiliyor, eğitim şöyle eksik deriz...

Biz derken karşıdaki 2 kelime ederse geri adım atarız...

Çünkü biz, konuşarak büyümedik ki...Duyduklarımızı ancak dile getirebiliriz...Konuşarak tartışamayız...O kadar demokratik değildi ortamlarımız...

Bizler de o kadar özgür...



R.Mert ERDUMLU

Deneme # 1 ... Refik Mert Erdumlu / 23.11.2005


Merhaba...Deneme yazmaya karar verdim bu akşam...Ta ki son nefesimi verinceye kadar, devam ettirmeye de karar verdim...Ve...Belki hiç bilinmemesine...

Mutluluk...

Aşk...

Başarı...

Hırs...

Sadakat...

Azim...

Ölüm...

Tartışılır di mi hep bunlar? Tartışılmaz mııı...Tanımlar herkes kendine göre bu kelimeleri...Kelime derken bile, insanın içini titreten ve tek kelimeyle, kelime olarak bahsedilemeyeceklerinin bilincini yüreğinizde hissettirerek...

N’olur peki sadece mutluluk desem? Sen mutluluk desen? Aslında yaşadığımız hayatı baz aldığımız zaman n’olur biliyor musun? Bir “hiç” olur...Buradan, “mutluluk bir hiçtir diyecek kesin bu” diyenlerin burada bu yazıyı bırakmalarını ve başka işlerle vakit geçirmeye devam etmelerini rica ediyorum...Diğerleri? Gelin başlayalım muhabbete...

Mutluluk nedir arkadaş? Yaa, onun tanımı yapılmaz birader...Yok be abiiii, mutluluk en mutlu olduğun andır işte...Abi ben seks yapınca mutlu oluyorum, gerisi hikayeee...Abi paradır mutluluğun sırrı, para olmadan gerisi boooşşşşş... Yok yok, ben ona inanmıyorum, 2 gönül üst üsteyken samanlık mahvolur demişler...

Mutluluk...Ailedir kimilerine göre...Kimisi parada olduğunu sanıp onun peşine düşer, diğeri ise onun içindeyken, mutluluğun orada olmadığını bilir, uzaklara bakar ama göremez...Kimi de avutur kendini...Tuttuğu futbol takımının galibiyetidir onun için mutluluk, bazense duyduğu en ufak dostane ve samimi bir kelime...Evet ya, kelime...Mutluluk gibi olmayan, mutluluğun kelimeyle ifade edilmeyeceğini söyledikten sonra, mutluluğun bir kelimeyle elde edileceğini söyleyen yine aynı kişi...Bazense nedir? Kariyer, başarı, mevki, rütbe, orgazm, bir sigara, bir goolll, bir avuntu, bir özlemin bitmesi, bir kavuşma, sevgili, huzur, kimi zamansa alınan nefes...

Zor be arkadaşşş...Tanımlanmaz bu melet...Kalk gidelim başka yerlere...Polyanacılık duyduk çocukken, öyle bir şeyin olmadığını anlamak için Türkiye’de doğmuş olmak yetti hepimize...Ama yanlış anlaşılmasın, bu vatandır kimi zamansa mutluluk!!! Ama gerçekleri küçük yaşta gösterince vatanımız, Polyana var olmadı düşüncelerde belki 12’den, 13’ten sonra...

Ama yine de bir oyundur fikri süregeldi hep...Çünkü bir oyun oynamayacaksak, neden çocukken aldığımız en ağır eğitim hep oyunlar oldu ki...Hep yeni bir oyun öğrenmedik mi biz??? Acaba hayata o yaşlarda mı atılıyorduk, kimbiliiirrrrr...

Her işte bir hikmet vardır...Derlerdi büyüklerimiz...Derlerdi deeee...Ne için dediklerini anlamak aldı biraz zaman...

Kendini avuttuğun müddetçe mutlu olacağını öğrenmek ne kadar zamanını aldı arkadaşım? Arkadaşım diyorum kusura bakma, ama bu satıra kadar geldiysen, bundan sonra ne farkın var, birlikte avutulduğumuz arkadaşlarımızdan? Yok kardeşim, yoookkk...Yalan neredeyse çoğu şey, bu dünyada...Dostluktur aslı olan, diye mısralar okuduk büyürken de...Avuntudur be hocam aslolan...Eğleyebiliyor musun kendi kendini eyvallaaahhh...Nasıl biri olduğum hakkında tahminler yürütmeee, yanılırsınnn...Eğledim kendi kendimi 1000’lerin arasında tekken ve sivriyken!!! Eğledim kendimi, hangi kadınla mutluluğu elde edebileceğimi aradığım odalarda, sabahlara kadar...Eğledim kendimi, her derdime koşan 10larca dostum varken de...Eğledim kendimi, çok büyük acılar çekmiyorken de, çok başarılıyken de...Dostum...Kaldıysan buraya kadar, neden dostum olmayasın ki...

Hayat, herkese farklı bir yönünü tanıtan bir orospudur demek geldi içimden, afedersin...Evet, evet, hayat bir orospudur...Herkesin altında, herkesin yanında...Hep veren taraftır hayat...Ama ne verdiğini ya da vereceğini sen hiç bilemezsin...Hissettiğini sandığın şey, hissettirdiğin midir, yoksa senin hissettirdiğini hissettiğin midir? Bu soru çok muammaaa...Geçelimmm...Hayat kendini iyi şekilde pazarlayan bir orospudur ki, peşinden sürüklediği milyonlara hep vercem diyip, vermemiştir...Niye versin ki? Sen ne verdin oğlum hayata? Ne vercen ki? O sana verse, sen ona ömrünü mü vereceksin? Ömür vermek, ömrünün sonuna kadar  belirli miktarda oksijen tüketmek mi???

Bırakacaktım aslında burada, ama olmadııı...Hayat, mutluluk, o, bu, şu, hepsi fasa fiso...Atladığım bir şeyi gördüm yukarda! Alkol, mutluluk değil midir zaman zaman? Neden sarhoş olursun ki? Hayat kayar gider gözünün önünde? Hani sağlamdı o, hani yere hep sağlam basmıştııı? Neden kayıyor ki olmm, tut onu, tuuutttt...Amaaa... Yapamıyorsun di mi??? O oynak şadiyeyi sakinleştiremiyorsun çünkü...Çünkü, o senden çok şey istiyor, ne vereceğini söylemeden istiyor, bazen verir gibi yapıyor, bazense altına yatıyor, ama o, o anda, sana vermiyor!!! Senden o andan sonra alacaklarının muhasebesi içerisinde çünkü...O, en büyük kahbe olm, uyan artık, uyaannnnnn!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

Sahte gülümsemeler, dostane sandığın dokunuşlar, temaslar, aldandığın masum bakışlar...

Acaba hepsi “hayat”ın birer cilvesi mi???









Yazan

R.Mert ERDUMLU







Yazar hakkında bilgi:

2003 senesinde İTÜ Makina Fakültesi’nden mezun olduğunu söyleyerek konuya girmek çocukluk dönemlerine inmeyeceğiz manasına gelmez.

Sonrasında en köklü ve büyük firmalardan birinde iş bulmuşken, yakaladığı bir başka büyük fırsatın peşinden gitmeyi tercih etti ve Endüstri Mühendisliği Yüksek Lisans (master) eğitimine başladı... Yine İTÜ’de...

Makina Mühendisliği’nde okurken;

ASME International Kulübü Başkan Yardımcılığı ve Başkanlığı görevlerinde bulundu. Ama esasen önem verdiği husus, öğrenci arkadaşlarının bir takım kaypaklıklara malzeme edilemeyeceğini göstermek ve bu eylemde bulunanların önüne geçmek amacıyla Fakülte Öğrenci Temsilcisi olmuştur. Aynı sene İTÜ Öğrenci Konseyi Başkan Yardımcılığı görevine de Fakülte Temsilcilerinin kendi aralarında bağımsız olarak yapmış oldukları seçimle gelmiştir.

Bu esnada, İTÜ tarihinde görülmedik bir sosyalleşme sürecini fakültesine getirmiş olan Mert Erdumlu, düzenlemiş olduğu 50’yi aşkın panel ve konferansla, sayısı belirsiz parti ve gezilerle, arkadaşlarına sağlamış olduğu çok sayıda ücretsiz eğitimlerle hep mücadele içerisinde bulunmuştur. Düzenlemiş olduğu ISC (International Student Conference), Kariyer Günleri, Genç Girişimcik Paneli (Üzeyir Garih, Selim Coşkun, Cem Çelebiler, Prof.Dr.Nilüfer Eğrican gibi katılımcılarla), Türkiye’de Moda Anlayışı ve Marka Yaratmak (Süleyman Orakçıoğlu), İTÜ’ de Moda Günleri – Cemil İpekçi, Dilek Hanif, Canan Yaka, Arçelik, Mercedes, Bosch, Temsa gibi firmaların kariyer günlerine katılımlarını sağlamak ve bunu kendi fakültesine özerk kılmak, İTÜ’nün ilk öğrenci kullanımına ücretsiz olarak açık, akademik duvar takvimi gibi projelerle sayısı belirsiz başarıya imza atmıştır...

Öğrenci Asistanlık görevinde de bulunan Mert Erdumlu, bu görevi esnasında mesleki olarak tatmin noktasını yakalamış ve teknik çeviri ile teknik çizim konularında çeşitli çalışmalar yapmıştır.

Bütün bunları yaparken de bir sevgilisi ve sayısız sevgisizi olmuş olan Mert Erdumlu, hayatta en çok dostlarına gönül vermiştir...

YALNIZLIK (Yazar: R.Mert ERDUMLU)


Ne herkes gibi duyarsız ve umarsızca, ne de hiç kimse gibi görmezden gelerek; ne hissettiğim zamanlar içimin yanan aleviyle, ne de unuttuğum zamanlar hatırlamadığım bir sevgilim gibi; ne en deli saatlerimin ehilleştiricisi, ne de sakin anlarımın kırbaçlı dürtükleyicisi olarak değil; olduğu kadarıyla da, olmadığı kadarıyla da şimdi dürtme sırası bende bu yalnızlığı…


Ne upuzun giden bir yolda hissedilen duygu kadar incitici, ne alkışlar arasında duyulan ızdırap kadar acı verici… Ne başımı okşayan bir sevgili eli kadar içime dert düşüren, ne de yüzüme vuran tokat kadar içimi yakan bir duygu…


Bir doktorun hiçbir zaman çözemediği bir anatomi ve bir avukatın hiçbir zaman kazanamadığı bir dava… Hatta sorumsuz müvekkili… Bir öğretmenin hayata dair öğretemediği tek acı gerçeği… Bir arkadaşımın benimle paylaşamadığı tek duygu… Bir mühendisin optimize edemediği tek sorun… Kısıtları tarifsiz… Bir yazarın girdiği, geliştirdiği ama bir sonuca bağlayamadığı tek ana fikir… Bir şairin şiirlere sığdıramadığı tek itirafı… Mısraların yetersiz kaldığı…

Bir tiyatro yazarının işlemekten en çok çekindiği, bir senaristin özeleştirisinin yansıyabileceği ihtimali kaygısı, bir yönetmenin hayattaki en zayıf anının tarif etme zorunluluğu… Bir oyuncunun en kolay karesi…


Bir bebeğin bilmediği, bir çocuğun zaman zaman hissettiği, bir gencin anlamaya başladığı ama çözemediği ya da ileriye yönelik umutlarının var olduğu, bir orta yaşlının ne olduğunu tam olarak idrak ettiğini sandığı, bir ihtiyarın hayatının son draması ve umutlarının son bulduğu an…


İşte böyle karmakarışık, ne olduğunu anladığımı sandığım anlarda bile bana uzak duran, sonrasında apansızın beni saran kavuran bir duygu yalnızlık… Neden yalnız olduğumu hiç anlayamadığım bir hayat serüveni içerisinde, insanların içerisinde nefes alamamak, bir çırpınış öyküsü yalnızlık… Çözülemeyen, çözmeye çalıştıkça ıslak ellerimin arasından kaçırdığım bir sabun kadar bile samimi ve dost olamayan bir duygu yalnızlık ve hiçbir zaman tenime dokunduramadığım, tenimde hissetmediğim, saçlarımın üzerindeki temasını algılamadığım ve karşımda görmediğim bir arkadaşım yalnızlık…


 R.Mert ERDUMLU
18.03.2008
0532 227 72 49

DOSTLUK (Yazar: R.Mert ERDUMLU)


Hayatta hissettiğim zaman en büyük hazzı aldığım duygu belki, belki de tarifi tarifsizlikler arasında gizli sade bir sıcaklık, bir samimiyet arzusu ve bir inanç kaygısı…

İnanmayı en çok istediğim film karesi, ya da desteklemeyi en çok arzu ettiğim futbol maçı, iki kale arasında sürekli gidip gelen…

Herhangi bir ismin tek isme indirgendiği an, tek hissedilen gerçek duygu, gerçek paylaşım…

Paylaşıldıkça artan bir haz, bulamayınca girilen en büyük kriz, inanmayınca en donuk hayat basamağı, inanınca kaybetme korkusu… Sonuçta yaşayamama kaygısı…

En güzel olduğum anlar, en çok aradığım paylaşımdır dostluk, gerekirse sevmektir, gerekirse sevilebilmek kadar asil bir duygu… Pis ellerde kirletmeyeceğim tek hazinem… Herkeslere vermeyeceğim tek mülküm… Kimselere bırakamayacağım mirasım…

Kıssadan hisselere sığdırılamayacak kadar kutsal, tariflere yakışmayacak kadar yaşanmaması gereken, yaşandığı zaman benzerini bulamama ya da bilememe hissi uyandıracak kadar kutsal bir duygu…

Sahtelikler arasındaki tek gerçek, gerçekliklerin içindeki tek hazine… Kaybetmesi, tarifi imkansız acı veren, kaybettirilmesi cehennem ateşini hissettiren duygu…

İnsanlık sahnesinde bir bilinmezlik öyküsü, bir aldanışlık hikâyesi… Yitirilmişliklerin tek tarifi… Kaybedilen zaferlerin bile sorumlusu…

Dostluk…


Hissedebilince tüm vücudumu saran en büyük sıcaklık…

Nefes almaktaki en büyük arzum…

Kendimi kendimden öte yaşama isteğini bana verebilen tek gerçeklik…

Tek inancım…

Tek dileğim…

Yalnızlığa atabileceğim en büyük tokat…

Yalnızlığın esaretinde geçirilmeyecek anların tek tarifi…




R.Mert ERDUMLU
 18.03.2008
0532 227 72 49

Efsanevi Dar Bir Sokak (Yazar: R.Mert ERDUMLU)